“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
YAZMAYACAĞIM
Milli şairimiz Mehmet Akif’in 27 Aralık 1936 günü vefat ettiğini veya 1873 yılında İstanbul’da doğduğunu yazmayacağım.
Fransızca, Farsça ve Arapça bildiğini de yazmayacağım. Asıl adının Mehmet Ragıp olduğunu da yazmayacağım.
Devletin ona emekli maaşı bile vermediğini, hatta bir kısım insan tarafından Türk düşmanı ilan edilecek kadar hakaretler gördüğünü de yazmayacağım.
Milli Mücadele yıllarında Balıkesir ve Kastamonu konuşmalarının etkisini, Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram Camiinde vaazlar verdiğini de yazmayacağım.
Sebil-ur Reşad dergisinin klişeleri ile Ankara’ya gelir, Burdur mebusu olarak 1. meclise girer ama 2. Mecliste yoktur ve yanında gene aynı derginin klişeleri ile İstanbul’a döner ve geçim sıkıntısından Mısıra gider orada da dostları sayesinde yaşamını sürdürür; diye de yazmayacağım.
Ankara’da, Cebeci’de Taceddin dergahında Hasan Basri Çantay ile birlikte yatıp kalktıklarını ve Meclisten oraya kadar yaya yürüdüklerini, bir kış günü gene bu yolda itfaiye meydanı civarında yırtık mintanı ile titreyen bir yoksul adama tereddüt etmeden paltosunu çıkarıp verdiğini ve bu yüzden o kışı titreyerek geçirdiğini de yazmayacağım.
El Muazam, Arabistan’da bir istasyon kasabasıdır. Mehmet Akif, Kuşçubaşı Eşref bey ile birlikte bir görev gereği bu çöl kasabasındadırlar. Çanakkale savaşının son günleridir. Bir telgraf ulaşır; çöllerin ortasındaki küçük bir vahada kurulmuş ve ilerde Bedrin aslanları tartışmasının unutturmayacağı bu kasabaya. Düşmanın çekilme haberiydi bu. El Muazzam’da tarif edilemez bir sevinç kasırgası esmiştir. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarılır ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başlar. “Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Akif’tir…”
“Mehmet Akif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor:”
“…Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar…”
“İşte Çanakkale’ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi…”
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi
En kesif orduların yükleniyor dördü – beşi…
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya.
“Akif’i Çanakkale ile Bedir Savaşı’nı mukayese etti diye eleştirmek de müthiş bir anlayışsızlıktır.
Bir müminin kalbinde “Bedr’in arslanlar’nın manevi mertebesinin ne olduğunu bilenler, Akif’in Çanakkale şehitlerini Peygamber’in yanı başında bir manevi mertebede gördüğünü anlamakta zorluk çekmezler!
Akif elbette bütün ömrünce etnik milliyetçiliğe karşı oldu. Tarih kurultaylarında söylenen “brokisefal Alpin ırk” zırvalarına itibar etmedi; Milli Mücadele ruhunun şairi oldu; İstiklal Marşı’nı da bu sayede yazdı zaten.”
diye yazılan binlerce yorumu da yazmayacağım.
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
Bursa’lı Ömer Ekinci de ağlasa peşinden bu dizelerle,
Sen gittin gideli, yetim safahat,
Kürsüler hüzünlü sensiz Akifim.
Bedrin Aslanları olmuş kabahat,
Bigâne tarihe kansız, Akifim
Yazmayacağım.
“Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir…” diyen Akif, 27 Aralık 1936 günü Hakk’a yürüdü. Tabutu tek atlı bir arabayla Beyazıt Camii’ne getirildi. Tabuttaki Akif’in resmini gören tıbbiye öğrencisi, bu büyük ölümü üniversiteye haber verdi. Devrin hükümeti, üniversite öğrencilerinin cenazeye katılmalarını yasakladı; diye de yazmayacağım.
“En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı: Mehmet Akif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir” demiş, diye de yazmayacağım.
Mithat Cemal KUNTAY:
”Ben bu "Mehmed Akif’leri sevdim:
* Politikanın Müslümanı olmayan Mehmed Akif’i;;
* Hayatı boyunca bir tek yüzü olan Mehmed Akif’i;
* Tenkide, itiraza, tartışmaya, kusurlarını konuşmaya katlanan Mehmed Akif’i;
* Sırrınızı, menfatinizi, maddî ve mânevî mukaddesatınızı emanet edebileceğiniz Mehmed Akif'i;
* Bir çocuk kadar temiz ve bir kadın kadar ince olan Mehmed Akif’i.”
Biz de severiz diye yazmayacağım.
Tarihte, bu kadar sevdiği milletinin önderlerinden bir çoğunun iftirasına, hatta saldırısına uğramış, bu kadar candan bağlı olduğu ve onun yazdığı İstiklal Marşını ayakta dinletildiği devleti tarafından bile dışlanmış, buna rağmen ülkesi hakkında veya kendisine küfredenlere bile tek kelime etmemiş, böylesine tevkküllü bir şahsiyet daha yoktur.
Eşref edip sorar: “Nereye üstad”
“Harekt-i milliyenin başladığı yere.”
Nur içinde yat üstad, nur içinde…
Edirnekapı mezarlığında kaç ziyaretçisi vardı bu gün acaba?
Ben, Akif hakkında hiç bir şey yazmaya selahiyetli hissetmiyorum kendimi, kalemim yetmez çünkü. Akif’in ruhuna bir Fatiha bile göndermemiş birisinin onun hakkında bir şeyler yazmaya ne hakkı olabilir ki?
Milli şairimiz Mehmet Akif’in 27 aralık 1936 günü vefat ettiğini veya 1873 yılında İstanbul’da doğduğunu yazmayacağım, kendini tarih sayfasına derin izlerle yazmış Milli şairimizi tanımayan, bilmeyen varsa yazmak niye…
Veysel Sensoy
Qatar
27.12.2007
yazın guzel duygularını paylasıyorum selamlar saygılar
Burada dan yazanlari yazacagim! Mithat Cemal Kuntay’in Akif icin soyledigi bu paragraf herkesin hafizasinda en canliligini korumaktadir. Hepinizin bildigine eminim ama bu site de kayit altinda bulunmasi bakimindan yolladim.
Şöyle diyor Kuntay; “İlk tanıdığım zaman ona inanamadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün muhakkak yorulacaktır. Gayri tabii (yapmacık) bir faziletten yorulan yüzünü bir gün kesin görecektim. Fakat 35 sene bekledim, o gün bir türlü gelmedi. Otuz beş sene onun yanından her çıkışımda, kendime hep bu sualleri sordum. Mahrumiyetlerden yılmayan ahlakıyla, kendisini nasıl kahraman sanmıyordu. Onun temizliği yanında insan kendi günahlarından muzdarip olurken, o, kendisinin sizden başka olduğunu nasıl görmüyordu? Dostunu, ‘sevmek’ kelimesinin noksansız manasıyla seviyordu. Öldüğü zaman, düştüğü zaman, dünya aleyhine döndüğü zaman, yanında olmadığı vakit ve sevmeyenlerin yanında olsa bile…”
Sizler de Nur icinde yatin ustadim…