Kaybolduk Gören Var Mı?

423

Bana “KARDEŞİM dedin!” 

 

KAYBOLDUK GÖREN VAR MI?

Gönüllerin elçisi dil; tatlı-acı ama meramını anlatacağı, kendisini ifade edeceği huzura varmadan kesilip atılmaya çalışılıyor nedense…   Saygı ve sevgi adına sunulan buketlerdeki derin manalar kuru çalılara yorumlanıyor… Bir savaş arzulanıyor; silahların en güçlüsünün kullanıldığı, egoların tatmin olması adına en anlamsız muharebeler isteniyor. Cenk meydanlarına davet ederek, gladyatörlerin kanlı kılıçlarına dönüşmüş,  bileylenmiş kelam ve batırılmaya hazır sivriltilmiş kalemlerin gölgesinde zafer işaretleriyle sarhoş olmak isteniyor… Beş çaylarında bile “tavşan kanı” diye keyiflenirken, bilinç altındaki kan kokusundan sofralar kuruluyor…

Haller ile hallenen, dertler ile dertlenen, tatlı dillerinde huzur bulup, sevgileriyle gurur duyulan gönül dostlarına giden yol nerden geçer? Mutlaka gönülden geçer ama yüzyıllardır  işlemeyen bu yollar neden geçit vermez  olmuş? O gönül erleri ki, dilini kırar, kalpleri kırmaz, boyunlarını kırar insanları kırmazlar imiş. “Ben” demeyi enaniyet olduğunu bilir, “biz” demenin paylaşımcılığında insanları hamur ederlermiş. Bir yerlerde tebessümle bekledikleri muhakkak ama o yolu bulan, bilen var mı? Dost iken dargınlıkla sırtını döndüğünde bile güvende olduğunu bildiğin ama yüzünü döndüğünde merhabaya hazır olan ellerin sahipleri ne yana düşer?

Sevgi ile nefretin, akıl ile öfkenin, sükunet ile cinnetin final güreşleri yapılıyor her fırsatta. Sinirlerinin akortları bozulmuş, toplumsal bir kaygının, kavgaya ve cinnete dönüşmesi için sonsuz gayretler sarfedilyor. Çaresizliğe düşmüş ve tevekkülün unutturulduğu insana hoş gelen vaadler ile akıl pınarları bulandırılıyor. Hayatın gerçeklerini oynayan aktörlere sunulan senaryolardan hangisi sahte, hangisi doğru seçmeye fırsat verilmeden oldu bittiler dayatılıyor…

Rüzgarlar her yönden başka kuvvette esiyor. Küçük mumlar sönerken bir-bir, büyük alevler parlayarak sarıyor dört bir yanı.  Hangi taraf dönsek bir yangın yeri. İnsanlar tereddütler ve çelişkiler kazanına düşürülmüş, susuz,  tuzsuz, salçasız kaynatılmaya çalışılıyor… Kanaat bir “zavallılık”, tamahkârlık bir “erdem”, bir “hak” diye sunularak zihinlere saçılan tohumlar isyan olarak filiz veriyor.

İnsanlar, sertlik, merhametsizlik, acımasızlık, umursamazlık, kibir ve güvenilmezlik, aşağılama, hakir görme, horlama, birisini harcama gibi duygulardan zevk alıyorlar. Konuşmak yerine kavga, iletişim yerine ketum bir suskunluk, “bana ne”cilik kolay bir seçenek olmuş… Kimse kimseyi tanıma zahmetine girmiyor. En kötüsü kendisini tanımıyor insan…

Ünlü Rus yazarı Leo Tolstoy akşam yürüyüşüne çıktığı sırada, yanına son derece zayıf ve halsiz bir dilenci yaklaşır. Tolstoy adamın günlerdir doğru dürüst bir şey yiyemediğini hemen anlar. Durur ve biraz para çıkarmak için elini cebine götürür.

Ancak, cebinden bir kuruş bile çıkmaz. Tolstoy, adama yardım edemediği için son derece üzülmüştür. Dilencinin yıpranmış kirli ellerini tutar ve özür dileyen bir ses tonuyla:

       “Beni affet, kardeşim” der. “Yanımda sana verebilecek hiçbir şeyim yok.”

       Dilencinin solgun ve yorgun yüzü birden aydınlanır.

       “Hayır, benden özür dileme” der dilenci.

      “Sen bana çok büyük bir hediye verdin.”

       Bana “KARDEŞİM dedin!”

Bir çağ ki, her metresinde bir zig zag, her yolda labirentler, çıkmaz sokaklar ile örülmüş ve biz kaybolduk. Devemizi kaybettik açıkçası ve en kötüsü o devenin üstünde kendimiz de vardık.  Devemizi bulduğumuzda kendimizi de bulmuş olacağız.

Veysel ŞENSOY

06.06.2010 Bursa