Şimdi arganın başı sistir dumandır
HESAPLAŞMA
Gün ağarırken, paslı kilitlerin içinde dönmeyen çürümüş anahtarların kulaklarımı tırmalayan gıcırtıları bölüyor uykularımı. Benim rüyalarım, gökkuşağının sekizinci rengine konmaya çalışan kelebeklerin kanatlarından yayılan yumuşak serinliklere serilmişken, kalleş bir dürtü gelip tutuyor kollarımdan bir zorba gibi ve atıyor belleklerimin küllenmiş anılarından fırlayan unutulmuş hatıraların çöplüğüne. “Uyan” diyen meçhul sesin dostane tonuna takılıyorken aklım, öfkem de kabarmış bir çağlayan köpüğü zerresi gibi derin sulara karışıyor bir an sonra.
Hep zamanın olmayan anını arayıp, yaşanmamışlıkların duru, saf, temiz koridorunda olmak arzusuna kayan gönlüm, hayal aleminin derinliklerine saklanarak dünyevi gerçekler ve çirkinlikler ile saklambaç oynamakta. Pişmanlıkların kemirgen dişlerinde kıvranan hafızam, beynimde ağlamaklı; “neden, niye, niçin?…” soruları sıralıyor muttasıl.
Açılıyor gözlerim sabah mahmurluğu ile, alnımda ateşten rakkaseler tepiniyor bozuk ritimlerle. Aklımın bir köşesinden acıların sızıntısı damlıyor yüreğimin en duyarlı köşesine. Kalbimin her çarpışında bir ayak sesini duyar gibiyim; acelesiz ecelin ayak sesleri gibi… Dünü yaşamamış ruhumun yarın için endişeli feryadının çığlıkları kulaklarımı yırtarken, şeytansı kalleşlikler kırılmaz örümcek ağlarına beliyor ışığı keşfetmiş duygularımı. Gene de bir filiz buluyor yolunu sert kayalar arasından yeşermek için son gayretle direnerek. “Dal budak verecek” diyor, uzak dostlardan akan kararlı sesler. Avuçlara kurulmuş seradan semaya yükselecek gülistanlar doğacak, seraplara inat biliyorum… Vicdan meydanında adını koyamadığım bir savaş galipsiz devam ediyor, iç hesaplaşmaların kıyasıya kapıştığı bir savaş…
Kalemim bir cümleden diğerine sıçrıyor. Yazamadığı cümleleri arıyor ama şaşkın parmaklar bulamıyor bir türlü doğru sözcükleri basan harfleri. Ah diyorum bir sebep, bir neden ilişkiler yumağını çözsem çile çile, erebilsem sırrına…
Gökyüzüne bakıyorum derin-derin. Hiç gökyüzünü doğru çizebildik mi resim derslerinde, bulut olmadığı sürece? Koca bir “hayır” dökülür dilimizden. Bir yerlere güneşi koyardık soluk boyalar ile ya batarken ya doğarken renksiz cansız. Sahi öğle vaktini neden çizemez ressamlar? Sorular dönerken zaman çemberine binmiş olarak aklımda, hazan imzalı hüzün gömleği ile son baharlar düşer gözlerimin karasına. Neden hep hüzün verir sararmış dökülmüş yapraklar? Kalbim sızlar bu manzara karşısında hep tel tel… Bir son vardır kendime itiraf edemediğim. Her şeyin sonu… Kendimi görürüm sırları dökülmüş camlardan bakarak bu mevsimlerde gizlenmiş.
Vuruyorum kendimi aramak için satır aralarındaki dar yollara. Bir gürgen ağacının dibinde sararmış gazelleri avuçlamış beni bekleyen ben ile kol kola yitiyoruz derinliklerde. Kanımda yıldızlar kayıyor şafak vakti ışıltısında. Ve ben kendimi arıyorum kendi içimde soluk soluğa.
İlk baharda buluşuruz diyor ben, çiçek açmış tomurcuklar ucunda… Seni bekliyor olacağım, sakuralar misali çiçekler ile, erik çiçeklerini geç, kiraz çiçeklerinin orada olacağım.
Gün doğmuş kuşluk vaktinde. Paslı kilitler içinde çürük anahtarlar dönmüyor bes belli inatlaşma devam ediyor. Ve yeni bir gün yola çıkmış, beklemiyor kervanı. Koş peşinden!..
Şimdi arganın başı sistir dumandır
Ağla gözlerim ağlayacak zamandır
Ömür yolu aşmış mevsim hazandır
Sus yüreğim bülbülün sustuğu andır
Veysel Şensoy
21.11.2008