Dini Sorun Üretmek
Din denilince aklımıza neler geliyor? Neler hissediyoruz? Hangi hâlet-i ruhiye içerisine bürünüyoruz? Şairin dediği gibi üst üste soruların içinde boğulmaktayız. Tam da bu akıl çıkmazında dönüp dolanıyoruz. Peki bu sorular cevaplanmaya değer olarak görülmüyor mu, yoksa fazla kurcalanmak mı istenmiyor? Veya aldırmamazlık ederek yaşamak daha mı kolayımıza kaçıyor? Bence düşünülmeye değer, çok önemli sorular bunlar. Zaman hızla akıp tükenirken, her yeni gün, her yeni saat yeni doğumlara, yeni ölümlere şahitken, bizlerin Kur’an üslubuyla “Fe eynetezhebûn“( Bu gidiş nereye?) sorusunu sormamamız, içler acısıdır.
Din ülkemizde ve dünyada etkisi en çok paya sahip alandır. Kendi içinde çeşitli anlayışları beraberinde getirmekle birlikte, çok da karmaşık bir alanmış gibi görünür. Fakat insan bu karışıklığı aslında kendisinin yarattığını hiç düşünmez. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak, insanımız işin merciinin nereye varacağını bilmiyor/bilemiyor, din deyince anlaşılması gereken şeyleri anlamak istemiyor ve Dini alandan iktidar devşirerek, kitleleri peşine takma gayesi güdüyor. Bu güdümün etkisiyle bizler adeta daralmış bir düşün bitimine tanık oluyoruz. Perspektifimizi küçük tutarak akıl tutulması yaşıyoruz. Mesela biz dini sorun diye bir şey ürettik. Aslında dini sorunumuz falan yok. Ülkemizde dini sorun dediğimiz kavram din ile alakalı olmayıp siyasetin bir ürünüdür. Buradan yola çıktığımızda ülkemizde ortaya çıkan sorunları namazla, camiyle, başörtüsüyle, mevlitlerle, türbelerle irtibatlandırıp sınırlı kalıplara sokmak ne kadar doğrudur düşünmek gerekir. Yine bu sorunları ateizmle, deizmle ilişkilendirmek pek doğru olmasa gerektir. Çünkü zaten bizim böyle bir sorunsal kökenimiz yok. İşin özü, popülaritesini artırmak isteyen bir takım gruplar, bu ülkenin bilinçsiz bireylerini hedef almak istiyor. Kısaca; birileri din üzerinden prim yapmak istiyor, diğer bir grup bu argümanla karşı atağa geçiyor ve neticede ikili bir çatışma yaşanıyor. Sonra da bu bir din kavgasıymış gibi öne sürülüyor. Tam da burada dememiz gerekir ki, “Durun, burada bir yanlışlık var!”. Din sizin oraya buraya çekmek gayesini güttüğünüz basit bir şey değildir. Dindar olmak veya dini yaşamak ciddi bir iştir. Ruhbaniyet gibi serdettiğiniz din, hayatı yaşanılmaz kılan ilkeler bütünü değildir. Zamanımızı bu Allah’ın saatleridir, bunlar da bizim şeklinde ayırabilir miyiz? Bir Müslüman şahsiyet için böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Çünkü Din hava gibidir. Hiçbir yerde görünmez ama bizi duygularımızla, aklımızla, sağduyumuzla yaşatan odur. Yaşam kaynağımızı yok sayarsak, işin ucunda bizleri ölüm gibi dehşet verici bir gerçek bekliyor. Siz hiç susadığınızda su içmeden durabilir misiniz? Veya nefes almamaya karar verdiniz diyelim. Ne kadar yaşayabilirsiniz? Din bizim canlılığımızı idame ettirebilmemiz için gerekliyken onu zorlaştırarak, tanınamaz hala getirerek veya tabiri caizse onu daha da kutsallaştırarak(!) yaşanmaz hale getirdiğimizin farkında mıyız? Yusuf İslam’ın hepimizin bildiği sözünü hatırlayalım. “Eğer İslam’dan önce Müslümanları tanısaydım asla Müslüman olmazdım”. Yusuf İslam hakikaten çok çarpıcı bir gerçeğe değinmiş. Zaman geçtikçe bu sözün daha da ileri seviyelerini görebilme gibi bir ihtimalden korkuyorum. Şuur kaybına dûçar olmuş fertlerin Mümince düşünme vasıflarını tek tek körelttiklerine şahit oluyoruz.
Mümin olmanın şuurunu kaybettiğimizi düşünüyorum. Günde beş vakit namaz, beş vakit ezan, Ramazan’da otuz gün oruç, ağızlardan eksik olmayan besmeleler, fatihalar… Bütün bu yaptığımız ritüeller ahlaki yapımızı olumlu olarak nasıl etkiledi diye soracak olsak, pek de iç açıcı olmadığı fark edilebilir. Çünkü insan olmanın idrakine varamadık. Fıtratın ahlaki yapısına dönüşümünü gerçekleştiremedik. Bunun tezahürü olarak ibadetlerimiz, inancımız bizi doğruya, güzele, hakka, hukuka yönlendirmedi ve samimiyetimizde sıkıntılar meydana geldi. Yunus Emre’nin dediği gibi “Gerekse bin var hacca/Hepsinden iyice/Bir gönüle girmektir”. İşte din diye ifade ettiğimiz şey tam da budur. Dini sadece gündelik olarak yaptığımız ritüellerden ibaret sanıyoruz. Oysa din her yerde ve zamandadır. Neden din denilince aklımıza hak, hukuk, adalet, zulümler, tecavüzler, açlar, susuzlar, çocuklar, işkenceler gelmiyor? Veya neden edebiyat, sanat, müzik, sinema vs. gelmiyor? Üstelik Kur’an “Emrolunduğun gibi dosdoğru olmak”(Hud 11/112) ve “adaleti ayağa dikmek”( Hadîd 57/25) gibi kaideler koyduğu halde. Sanırım biz Allah’ın bizden tam olarak ne istediği konusunda işi sarp yokuşa sürüyoruz. Konuyla ilgili meramımın daha iyi anlaşılması için şu anekdota bakın: Kralın biri, huzurundaki saray erkanından bir bardak su istemiş. Saraydaki görevlilerin içinde muhafızlar şairler, dalkavuklar, medyumlar, müneccimler ve din adamları varmış. Kral’ın su istemesi üzerine herkes bu emri şu şekilde icra etmeye çalışmış:
Şair: -Yüce efendimiz ve haşmetli kralımızın emrindeki şu zarafete bakın. Böyle bir şiir dünya tarihinde daha söylenmedi: “Su getirin, su getirin, su getirin…”
Dalkavuk: – Efendim sizin sözünüzün üstüne söz söylenmedi şu alemde: ” Su getirin, su getirin, su getirin…”
Din adamı: – Her kim bunu günde 100 defa söylerse cennet köşkleri onu bekliyor. Aşk ile bir daha ” Su getirin, su getirin, su getirin…”
Medyum: – Kralımız bu sözüyle gelecek yılın bolluk ve bereket ile geçeceğini haber veriyor, şevk ile bir daha: “Su getirin, su getirin, su getirin…”
Kâhin: – “Bana bir bardak su getirin” sözünün ebcet hesabı ile değeri 2015’dir. Kralımız bu yılda kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla dikkat edin ve bu cümleyi unutmayın: “Su getirin, su getirin, su getirin…”
Velhasıl bir bardak su getiren olmamış ama sarayın her tarafı “su getirin…” sesleriyle inlemiş. Bir su edebiyatıdır almış başını yürümüş. Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış. Dinin hayattan çekilişine dair bu hikaye her şeyi özetliyor. Usulca ve sessizce pratik hayatımızda etkisi kayboluyor. Allah’ın muradını anlamamakta adeta direniyoruz. İnsanlığımızı unutuyoruz. İnsan gibi yaşamayı hafife alıyoruz. Halbuki İyi bir Müslüman olabilmek için, her şeyden önce iyi bir insan olmak gerekmiyor muydu, yoksa ben mi yanılıyorum?
Akkuş İlçesi İnternet Sitesi
Köşe Yazarı
Tarık GÜL